Duyguların Biyolojik Perspektifi
  1. Ana Sayfa
  2. Bilim

Duyguların Biyolojik Perspektifi

0

Korku, öfke, mutluluk, üzüntü, aşk, şüphe, kıskançlık gibi temel duygular; insan beyin-beden ilişkisinde farklı sonuçlar yaratır. Öfke anında kalp atışı hızlanır, korku anında kan, kaçmayı kolaylaştıracak şekilde bacaklara toplanır, sevgi ya da aşkla parasempatik sistem harekete geçer ve vücutta gevşeme olur, üzüntü anında beyinde enerji azalması yaşanır; uzun süren üzüntü depresyona yol açar ve metabolizma yavaşlar, geri çekilme başlar. Heyecan ve kaygı durumunda da korkuya benzer tepki oluşur, savaş-kaç şeklinde sinyaller alınır.

Daha önce işlediğimiz Capgras Sendromu adlı psikolojik rahatsızlığa bir kez daha değineceğiz;

Nöroloji veya psikolojiyle yakından ilgilenenlerin ismini en az bir kere duymuş olabileceği dünyaca ünlü nörolog V.S Ramachandran’a, anne ve babasının, anne ve babası olduğunu kabul etmeyen bir genç gelir. Görme yetisinde sıkıntı olmamasına rağmen gördüğü kişilerin başka kişiler olduğunu söyler. Daha önce de belirttiğim gibi, bu nörolojik hastalık Capgras Sendromudur.

Normal bir beyinde tanıma alanları limbik sistemde işlenir. İşlenen bilgiler beynin tanıdığı yüzlere karşı duygusal tepkiler vermesini sağlar. Capgras Sendromu hastalarında limbik sisteme bilgi gitmez. Duyu organları karşısındaki kişileri tanısa bile, limbik sistemde duygular uyanmadığından dolayı bu fikir kabul edilmez.

Duygular limbik sistem tarafından kontrol edilir. Limbik sistemde amigdala, hipofiz, hipokampus ve hipotalamus gibi kısımlar bulunur. Korku, hafıza, heyecan gibi merkezler buradadır. Bunların öğrenme ile de etkisi vardır. Yaşadığımız duyguların tarifini dile dökemeyiz. Bunun sebebi dil merkezinin limbik sistemde olmayışıdır. Dil kortekstedir. Korteks başka bir deyişle beyin kabuğudur. Beyni koruyan dış katmandır ve limbik sistemi kaplar. Hayati deneyimler kortekste şekillenir. İnsanı hayvanlardan ayıran şeylerden biri kortekstir. Korteksle alışkanlık ve duyguları bastırabilir ya da hissetmemeyi öğrenebiliriz. Daha anlaşılacak bir tanımla; limbik sistem kalp ise, korteks beyindir.

Limbik sistem bir işin içinden çıkamadığımızda, emin olamadığımızda duygusal kararlar vererek kolaya kaçmayı sağlar. Limbik sistem beynin insanla iletişim kurma aracıdır. Günlük hayatımızda karşılaştığımız kötü bir olayı ele alalım, bu olayın anahtar bir terimi olacaktır. Birisiyle kavga ettiğimizde dikkat ettiğimiz bir nokta -bu bir renk, bir şekil bile olabilir- günün devam eden kısmında kararlarımızı biz farkında olmasak da etkileyecektir. Buna anlam veremeyiz ancak bir şeyi yapıp veya yapmayacağımız limbik sistem tarafından belirlenmiştir. Korteks ise bir bilgi yığınıdır.

Duyguların Evrimi

Tüm canlıların bir zamanlar mikroorganizma olduğunu göz önünde bulunduracak olursak şu anki tüm davranış ve hareketlerimiz o zamandan bu yana bir şeylerin şekillenmesiyle ilgilidir. Daha hızlı koşanların hayatta kalmasıyla evrimleşen güçlü bacaklar buna örnek verilebilir.

İnsan beyni şimdiki işlevine ve büyüklüğüne son zamanlarda ulaştı. Canlıların iki temel amacı yaşamını devam ettirmek ve üreyerek genlerini devam ettirmektir. Beynimizde salgılanan hormonlar genlerimizin ilerlemesini sağladı.

Öncelikle, hepimizin bildiği serotonine milyarlarca yıl önce olduğu gibi bugün de sahibiz. Sebep olduğu his saygı ve sevgi hissidir. Bunlar oluştuğunda serotonin salgılanır. Bugün için, toplum içinde ne kadar saygı ve sevgi görürsek başarılı ilişkilere sahip olur ve genlerimizi aktarabiliriz.

Bir diğer mutlu hormon dopamin; ödül ve takdir ile ilişkilidir. Dopamin mutluluğu, sevgiyi, bazen bir yemeği, kısaca bize iyi gelen şeyleri aramamızı sağlar. Evrimsel süreçte atalarımızın da av aramasını sağlamıştır. Aklınıza hoşunuza gidecek bir şey geldiğinde, motivasyon kazandığımızda dopamin artar. Dopamin insan genlerinin devam etmesinde önemli bir etkendir. Atalarımız hayatta kalabilmek için yemek bulmaya çalışırken, tehlikeli bir durumda saklanacak yer ararken ya da üreyebilmek için uygun adayı bulmaya çalışırken dopaminle hareket etmişlerdir. Dopamin aradığını elde edene kadar durmamayı sağlar.

Bir diğer hormon oksitosin; sevgi, bağlılık ve güven hormonudur. Ailevi duygular, bir annenin çocuğuna olan sevgisi oksitosinle alakalıdır. Memeliler bir grup halinde var olabilirler, sürüden ayrılan kuzuyu kurt kapar sözü bu örnek için uygun olacaktır. İnsanların kalabalık yerlerde ya da yanında bir başkası varken daha güvende hissetmesinin sebebi budur. Arkadaşlıklar, sevgi bağları, sarılmak oksitosin yükseltir.

Hayatta kalmak için acıyı geçici olarak engelleyen endorfin, bir canlının hayatını kaybetmesine yol açacak ağır bir yarada salgılanır ve beyin ağrıyı engeller. Acı ve acı vermesi muhtemel şeyler canlıların yaşamını devam ettirebilmesi için tehlikeden kaçmasını sağlar. Ancak acının var olması durumunda canlılığın devam edebilmesi için ağır yaranın dayanılmaz sızısını endorfin engeller.

Peki gerçekten mutlu olabilir miyiz yoksa mutluluk dediğimiz şey birkaç hormonun salgılanmasıyla mı ilgili?

Mutlu olduğumuzu sandığımız anları tarif edebilirsek eğer bu hangi hormonun salgılandığı cevabını verir. Mutluluk, hormonaldir, kimyasaldır. Birisine sarıldığınızda, bir şeyi elde ettiğinizde mutluluk sebebiniz bunlar değil, vücuttaki hormonların salgılanmasıdır.

Mutsuzluk ve Doyum

Mutluluk hormonları sürekli salgılanmaz. Bu hormonların salgılanma süresi bir şeyi elde edene kadardır. Başarmak istediğiniz işi ne kadar zorluklarla başarmış olsanız da zevki başarmaya çalıştığınız zorlu süreçtedir. Bu süreç boyunca dopamin salgılanır ve başardığınız an durur. Ne kadar büyük şeyler yaparsanız yapın bu salgılanma sonsuza kadar devam etmez. Başarı zevki o an sürer ve biter. Çünkü artık yeterli dopamin salgılanarak görev tamamlanmıştır. Aksinde, doyumsuzluk buradan gelir. Sürekli bir şeyler yaptığımızda aklımız hâlâ yapmadıklarımızdadır. Okuduklarımız, okumak istediklerimizin yanında hiçbir şeydir. Çoğu iş yarım kalır çünkü sürekli bir başkasını yapmak isteriz. Doyumsuzluk ve tatminsizlik de bir süre sonra mutluluğu engeller. Bu noktada mutluluk limbik sistemle değil, korteksle alakalı olabilir. Amaç, mantığın verdiği hazdır.

Mutsuzluk hayati derecede önemlidir. Yaptığımız veya yapmak istediğimiz bir eylem rahatsızlık verdiğinde ondan kaçarız ve bu da tehlikeli bir olaydan kurtulmamıza yani yaşamımızın devamlılığına neden olur. Teknoloji çağında mutluluk ve mutsuzluk kavramları tanım değiştirse de en azından evrimsel süreçte işlev bu şekildeydi.

Mutsuzluk hayatta kalmaya engel olmadığı sürece bir canlı için en temel gerekliliklerden biridir. Bunun için şu örnek verilebilir;

Bir yeriniz ağrıdığında hastaneye gidemeyecek kadar acınız olursa bu belli sebeplerden ölmenize sebep olurdu. O an olan dayanılmaz acıyı endorfin kısıtlar ancak bu da kısa bir süre devam eder. Eğer endorfin sürekli salgılansaydı ve acıyı tamamen yok etseydi ağrı hissedilmez, temelindeki sebep bulunamaz ve farklı sebeplere yol açardı. Buna ise tıpta acıya duyarlı olmama hastalığı, yani analjezi denir.

Serotonin ve oksitosin düşüşü de son derece önemlidir. Serotonin düşüşü sayesinde hayvansal tepkilerden korunur, gereksiz çatışmalara girmeyiz. Yabancı bir ortamda oksitosin düşüşü tanımadığınız insanlara güvenmenizi engeller ve kendinizi tehlikeye atmamanızı sağlar. Beyin böyle çalışmasaydı günümüzdeki hayatımızda birçok tehlike barınacaktı. Ağlayan bir bebeğe her istediğinin verilmesiyle sürekli olarak ağlarsa sürekli istediklerinin olacağını düşünmesi bunun en basit örneğidir. Strese girdiğimizde ya da üzüldüğümüzde tatlı şeyler ararız. Bunun bile etkisi bir süre sonra biter. Eğer böyle olmasaydı böyle durumlarda sürekli tatlıya bağlanır, sorunları çözmeye çalışmazdık.

Hayatta kalmak için tasarlandık, sürekli iyi hissetmek için değil.

Aşkın Biyolojik Temeli

İnsan vücudunda salgılanan oksitosin, vazopressin, serotonin, dopamin ve kortizol hormonları ise aşk ile bağlantılı olan hormonlar arasında bulunur.

Ödüllendirilmek, arzu, mutluluk, bağımlı olma gibi durumları dopamin etkiler. Yapılan araştırmalarda aşk ve evrimsel süreç birbiriyle bağlantılı durumlar olarak ortaya çıktı. Aşık olduğumuzda dopamin vücudumuzda, bağımlı olduğumuzda olan zamanla aynı etkiyi gösterir. Serotonin, oksitosin gibi diğer hormonların da bununla ilişkisi bulunur. Aşkla ilgili olan diğer hormonlar oksitosin ve vazopressin de bağlanma durumlarında rol oynar.

Her insan en az bir kere olsa bile aşık olur. Karşınızdaki kişiye hissettiğiniz şeyler belki de gerçektir ancak aşkın kendisi beynin uydurduğu bir yalandır. Aşk biyolojik bir durum olsa da gerekliliği yoktur. Onu içinden çıkılamaz hale getiren şey, edebiyat, müzik, insanlar, kısacası kültürün kendisidir. Daha önce de dediğimiz gibi canlılığın asıl amacı yaşamak ve üremektir. Aşk olmadan da canlılık ve soy devam edebilir. Aşk hayvanların çoğunda üreme için gerekli değildir.

Ancak bu modern insan için geçerli bir kanı olmayabilir. Neticede kimse sırf soyunun devamlılığı için aşık olmadığı birisiyle yaşamak istemez. Aşk mutluluk hormonlarının aşırı derecede ve bir anda salgılanmasıdır. Aşık bir insanın amacı üremek ve soyunun devamı olmayabilir ama bu hislerin asıl sebebi atalarımızın bunu yapmasıdır. Bir insan aşk olmadan da hayatına devam eder, evlenmeyi, birisine bağlanmayı, üremeyi gerek görmeyebilir. Ancak bu durum uzadığında beyni soyunun devam etmeyeceğini hatırlatır. Bir zaman sonra karşılaştığı bir kişiye karşı yoğun hormonlar salgılanır. Bu duygu beynimizin sebep olduğu uyuşturucudan başka bir şey değildir.

Aşk, bir nevi insanın gelecek sigortası, garantisi, yardımcısı ve dayananağıdır. Aşık olunduğunda meydana gelen duygu yoğunluğunun sebebi genlerimizi devam ettirmek konusunda harekete geçmiş olmamızdır. Aşk acısı dediğimiz olay ise genlerimizin devam etmeyip yok olacağına dair bir uyarıdır. En azından bu amacı üremek olan atalarımızda böyleydi. Modern çağ da geçerli olmasa da atalarımızın genlerini taşıyoruz, onların duygularını miras aldık.

Sevgilisi ile ayrılan kişilere de endorfin etki eder, kortizol salgılanır, bu durumda kendilerini kötü hissederler. Kıskançlık ise, genlerinizi devam ettirmek istediğiniz kişinin soyunun sizinle değil başkasıyla devam edeceğinin düşünülmesiyle ortaya çıkmıştır.

Atalarımız çocukluktan yetişkinliğe geçer geçmez çocuk sahibi olmaya çalışmış ve bunu başarmıştır. Ergenlik dediğimiz dönemde hormonlar evrimsel süreçte genlerimize kazınan etkilerle harekete geçer, beynimiz milyonlarca yıl boyunca bu süreçte çocuk sahibi olduğu için, bu dönemdeki gençlerin aşık olmaya yatkınlığı genlerini devam ettirme çabasındandır.

Erkeklerin aldatmaya, kadınların ise güven duygusuna daha yatkın olmasının sebebi atalarımızın genlerinin devamı için sürekli çocuk sahibi olmasının gerekliliği ve kadınların ise dünyaya gelen çocukları soya zarar vermeden yetiştirip ondan da genlerin çoğalmasını sağlamaya çalışmasıdır. Günümüze ne kadar ters bir düşünce olsa da evrimsel tarihimizde genlerimize ve yapımıza işlenen her şeyi şu an taşıyoruz.

Biz çağımıza ulaşmayı başarmış atalarımızın genlerini taşıyoruz.

    İlginizi Çekebilir

    Yazar Hakkında

    Ne Düşünüyorsun?